Sanatçının gözü bin bir kapılıdır. Biri kendine, ötekiler yeryüzüne açılır. Ruhuyla yeryüzü arasındaki boşluğuysa nesneler doldurur. Nesneyle göz iki büyülü kapı… Biri açılmadan öteki açılamaz. Nesnenin de ruhu vardır, sanat onu görünür kılar. Onun yerine, onun gibi, onun adına da görür, düşünür. Bir taşın, bir yaprağın, bir ırmağın, bir şimşeğin yerine… Onun için yeni bir yeryüzü tasarlar. Bir düşle başlayan gerçeklik, yeniden düşe döner. Kimi zaman da sanatçının düşü, gerçekliği de aşar. Bunun içindir ki “Ressamlar, Thames Nehri’ni sisli gösterdiği günden beri Thames üzerinde sis vardır” demişti Oscar Wilde. Nehir nehirdir ama ressam ona yeni bir biçim vermezse nehir yalnızca nehirdir. Onu farklı kılan, doğal estetikten yaratıcı estetiğe eviren, ressamın bakışıdır. Önem, baktığımız yerde değil, bakıştadır çünkü.
Wilde’ın gezgini de böyle söylemiyor mu?
Hani her gün dağ bayır gezip de olmadık hikAyeler anlatan, zümrütten, yakuttan taraklarıyla yosun saçlarını tarazlayan denizkızlarından; ormanda kaval çalıp kır perilerini oynatan Pan’dan söz eden, uydurduğu masalların günün birinde gerçek olduğunu gördüğünde de hiçbir şey görmediğini söyleyen esin gezgini, yeryüzü düşbazı…
Nesneler bizden yeni görüntüler, yeni adlar isterler. Bir nesneyi sanat yapıtına dönüştürmek için yerini değiştirmek, onu kavramsallaştırmak yeterlidir. Sanatçının yaptığı da budur. Doğada çırılçıplak bekleyen “şeyler”, bulundukları yerden alınıp kağıda, tuvale, mermere, tunca yerleştirildiğinde nesne, “şey” olmaktan çıkar, yapıta dönüşür. Bu “olma” süreci, yaratı –tasarı sürecidir de ayrıca.
Nesneler, sanatçı için yalnızca bir olanaktır. İşlenerek ya da kavramlaşarak yapıtı oluşturur. Sanatçı, nesneleri ayıklar ve onlara yeni bir ad verir. Bu kendiliğinlikte sanatçı, yaratısının bir nesneye dönüştüğünü de anlar. Herkesin kullanabileceği, kullanıldıkça da azalan ya da çoğalan bir nesne…
Sanatçı düş görür ve o düşün rengini alır. Sanat yapıtı düşte, düşüncede başlar yine orada biter. Friedrich Hölderlin, Hyperion’unda “İnsan düşünürken dilenci, düşlerden tanrıdır” diyordu bu yüzden. Sanatçı, düşlerken yeryüzünü ilk kez görüyor gibi şaşkındır her seferinde. Yeryüzü, ilk günkü yalınlığı, yabanlığı, ıssızlığıyla gelir oturur imgelemine. “Dönüyor evren, görmeye başlayan körün zihninde” dediği gibi Tevfik Taş’ın. Bu merak, “an”a, geçmişe ilişkin olduğu kadar, geleceği anlamaya, algılamaya, yorumlamaya da ilişkindir. Belki de daha da çok geleceğe… Sanatçı, geçmişe değil geleceğe borçludur çünkü. Düşleri, imgeleri, soyutlamaları hep gelecek içindir.
Her sorgulayıcı, dönüştürücü sanatçı gibi Taş da hayata araladığı kapısında “görünenin ardındaki gerçeği” düşleriyle yeniden biçimlemek, geleceği özgürleştirmek için çabalıyor ve okuru kendi ruhunda ağırlıyor…
Bunun için,
Mataradan bir yudum su içti
“Düşlemesem” dedi, “soluksuz kalırdın sen”
o uzak kentteki fotoğrafını düşündü” diyor. Okurunu söz kapısında düş kurmaya çağırıyor.
Şairin bu dizeleri bir fotoğrafçının “an”ı sonsuzlaştırma arzusu, bir ressamın renkleri, biçimleri, çizgiyi kâğıda aktarma tutkusu, bir heykeltraşın formla kimileyin ruhunda, kimileyin dış dünyada gezdiği dağlar, ovalar, sessiz arka bahçeler, taş avlular, güneşli sokaklar…
Sanatçı için, mataradan içilen su kadar vazgeçilmezdir paylaşılan her söz, her renk her biçim, her görüntü…
Soluksuz kalmaktır düşsüz bir dünyada yaşamak…
Bu sergi de farklı kuşaklardan, farklı disiplinlerden sanatçıların yapıtlarıyla “günün kapıları”nı yeni düşler için yeniden araladı.
Sergiye katılan sanatçılar, Tevfik Taş’ın dizelerinin izini sürerek, düşünerek düşleyerek yaşama yeni bir “soluk” katmayı denediler.
Şiir denen uçsuz bucaksız taş ocağını kazarak kendi taşlarını çıkardılar, kendi yapılarını kurdular.
Son söz de şu olsun: Bu birlikteliğin, sanat disiplinlerinin Taş’ın şiiri üzerinden buluşması olduğu kadar, toplumsal yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya karşı bir “sanat tavrı” “sanatçı inceliği” olduğunun da bilinmesini isteriz.