Röportaj: Mayis Alizade
16 Mayıs 2000 yılında Hatay’da dünyaya gözlerini açan Meryem İrem Bulut, ilk ve ortaöğretimini tamamladıktan sonra 2023 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Sanat ve edebiyata ilgisi ortaokul yıllarından başlayan Meryem bu ilgisini profesyonel hâlen devam ettiriyor. Meryem İrem Bulut, Türkiye’de kavramlar ve yaklaşımlara ilişkin görüşlerini Yeniçağ okurlarıyla paylaştı.
Yeniçağ: Edebiyat, özellikle düz yazı sizin için ne ifade ediyor?
Meryem İrem Bulut: Edebiyat ve özellikle düz yazı benim için büyük bir anlam taşır. Düz yazı, insan ruhunun en derin köşelerinden süzülen düşüncelerin ve duyguların kelimeler aracılığıyla daha geniş detaylı ve somut bir hâle bürünmesidir. Bu, bir nevi yazarın iç dünyasının, okuyucunun iç dünyasıyla buluştuğu bir platformdur. Her cümlede bir parça hayat saklıdır; bu, bir anıyı, bir duyguyu ya da bir düşünceyi yansıtır. Her paragraf ise, yazarın zihninde kurduğu küçük bir evrendir; bazen bizi içsel bir yolculuğa çıkarır, bazen de hiç tanımadığımız diyarların keşfine sürükler.
Düz yazının bu derinliği, hem yazara hem de okuyucuya sonsuz bir özgürlük sunar. Yazar, kendi iç dünyasını ve hayal gücünü sınırsızca kâğıda dökerken, okuyucu da bu dünyada kaybolma ve kendi hayal gücünü serbest bırakma fırsatı bulur. Düz yazı, zamanın ve mekânın ötesine geçerek, insan deneyiminin evrenselliğini ortaya koyar. Her bir satırda, bir parça kendimizi buluruz; her bir hikâyede, ortak insanlık hâlini keşfederiz.
Sonuç olarak, düz yazı, hayatın tüm renklerini, duygularını ve derinliklerini kısaltmadan keşfetmemizi sağlayan bir araçtır. Bu, yazarın yaratıcılığı ile okuyucunun hayal gücünün birleştiği bir noktada anlam kazanır ve bize her defasında yeni bir pencere açar.
Yeniçağ: Toplumların ulusal bilincinin sadece şekillenmesi değil insan gruplarının daha güçlü olmasında edebiyatın ve sanatın rolüne ne ölçüde inanıyorsunuz? Türkiye’de ve dünyada bunun hangi örnekleri sizi memnun etmiştir ve ediyor?
Meryem İrem Bulut: Edebiyat ve sanat, toplumların ulusal bilincinin şekillenmesinde ve insan gruplarının daha güçlü olmasında çok önemli bir rol oynar. Bu iki alan, toplumların kendilerini ifade etme, tarihlerini ve kültürlerini anlama ve anlatma biçimlerini belirler. Edebiyat ve sanat, bireyler arasında ortak değerler, idealler ve kimlikler oluşturur, bu da toplumsal bağları güçlendirir ve toplulukların dayanışmasını artırır.
Örneğin, Harriet Beecher Stowe’un “Uncle Tom’s Cabin -Tom Amca’nın Kulübesi-“ adlı romanı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kölelik karşıtı harekete büyük bir etki yapmıştır. Roman, kölelik karşıtı duyguları güçlendirmiş, toplumda büyük bir tartışma yaratmış ve kölelik karşıtı hareketin önemli bir sembolü hâline gelmiştir. Stowe’un eseri, 1852 yılında yayımlandığında büyük bir yankı uyandırdı ve kısa sürede Amerika’da ve dünyada milyonlarca kopya sattı. Roman, kölelerin yaşadığı insanlık dışı koşulları ve kölelik sisteminin zalimliklerini gözler önüne sererek, geniş bir kitleyi kölelik karşıtı duygularla harekete geçirdi.
“Uncle Tom’s Cabin”, Amerika’da köleliğin kaldırılması için yapılan mücadelede önemli bir rol oynadı. Roman, köle sahiplerinin acımasızlığını ve kölelerin çektiği sıkıntıları detaylı bir şekilde anlatarak, okuyucuların empati kurmasını sağladı. Kölelik sisteminin ne kadar insanlık dışı ve adaletsiz olduğunu vurgulayan bu eser, kölelik karşıtı hareketin sembolü haline geldi. Abraham Lincoln’ün, roman yazarıyla tanıştığında ona “So you’re the little woman who wrote the book that made this great war. –Demek bu büyük savaşı başlatan kitabı yazan küçük kadın sensin!- dediği rivayet edilmiştir. Bu söz, Stowe’un romanının Amerikan İç Savaşı’na giden süreçte ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir.
Roman, kölelik karşıtı duyguların yayılmasında ve köleliğin kaldırılması için yapılan siyasi ve toplumsal mücadelelerde önemli bir kilometre taşı olmuştur. “Uncle Tom’s Cabin”, Amerikan toplumunun vicdanını sarsmış, kölelik sisteminin zalimliklerini gözler önüne sermiş ve kölelik karşıtı hareketin yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır. Stowe’un karakterleri, özellikle de UncleTom, okuyucuların kalbinde derin izler bırakmış ve köleliğin insani boyutunu daha geniş kitlelere aktarmıştır. Bu roman, sadece Amerika’da değil, dünya genelinde de kölelik karşıtı hareketlerin ilham kaynağı olmuştur.
“Uncle Tom’s Cabin”, dönemin sosyal ve politik atmosferini de derinden etkilemiştir. Romanın yayımlanmasından sonra, köleliğin kaldırılması gerektiğini savunan insanların sayısı hızla artmış, köleliğe karşı duyulan öfke ve direniş büyümüştür. Roman, aynı zamanda köleliğin ekonomik ve sosyal yapısının sorgulanmasına neden olmuş, köle sahiplerinin ve destekçilerinin savunmalarını zayıflatmıştır. Stowe’un eseri, Amerikan İç Savaşı’ndan sonra da köleliğin kaldırılması ve ırksal eşitlik mücadelesinde önemli bir referans noktası olmuştur.
Harriet Beecher Stowe’un “Uncle Tom’s Cabin” adlı romanı, sadece edebi bir eser olmanın ötesine geçmiş, toplumsal değişim ve dönüşüm için güçlü bir araç haline gelmiştir. Edebiyatın toplumsal bilinç ve duyarlılık oluşturma konusundaki gücünü en iyi örneklerden biri olan bu eser, hâlâ kölelik ve adaletsizlik karşıtı mücadelelerde ilham vermeye devam etmektedir.
Bir diğer güçlü örnek olarak, George Orwell’in distopik romanı “1984”ünü ele alabiliriz. Bu eser, totaliter rejimlerin ve birey özgürlüklerinin üzerindeki tehditleri ele alan güçlü bir eserdir. Roman, totaliter rejimlerin eleştirisini yapması ve bireysel özgürlüklerin korunması gerektiği fikrini güçlendirmesi bakımından büyük bir etki yaratmıştır. Orwell’in kurguladığı Big Brother ve çeşitli kavramlar, toplumda güçlü bir sembolizm oluşturmuş ve totaliter eğilimlere karşı bir uyarı niteliği taşımaktadır. “1984”, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir rehber olmuş, bireylerin özgürlüklerine sahip çıkmaları gerektiğini hatırlatan bir başyapıt haline gelmiştir.
Edebiyat ve sanatın toplumları bir araya getirme, kimliklerini pekiştirme ve daha güçlü hale getirme konusunda büyük bir gücü olduğuna inanıyorum. Bu iki alanın topluma kattığı değeri görmek beni memnun ediyor. Edebiyat ve sanat, toplumların ortak değerlerini ve ideallerini ifade ederek, toplumsal bağları güçlendirmeye devam ediyor.
Yeniçağ: Türk edebiyatı denince öncelikle sizi kimler heyecanlandırıyor ve sebepleri?
Meryem İrem Bulut: Türk edebiyatı denildiğinde beni en çok heyecanlandıran yazarlar arasında Halide Edip Adıvar ve Sabahattin Ali gelir. İkisi de kendi dönemlerinde edebiyatımıza derin izler bırakmış, insanlığın ve toplumun çeşitli yönlerini ustalıkla işlemişlerdir.
Halide Edip Adıvar’ın eserleri, özellikle kadın hakları ve toplumsal cinsiyet konularında cesur ve dokunaklı tespitler içerir. Onun kalemi, kadınların toplumdaki yerini ve mücadelesini milli mücadele döneminde büyük bir duyarlılıkla anlatır. Halide Edip’in eserleri, sadece edebi değil, aynı zamanda toplumsal değişim için güçlü bir ses olmuştur.
Sabahattin Ali ise edebiyatımızın unutulmaz seslerindendir. Eserlerinde insan psikolojisini derinlemesine işlerken, toplumsal eleştiriyi de ustalıkla harmanlar. Dilinin incelikleri ve evrensel temaları işleme biçimi, onu edebiyat dünyasında özel bir yere koyar. Okuyucuyu karakterlerinin dünyasına davet ederken, aşkın ve acının derinliklerine iner ve insanın iç dünyasını çözümlemesiyle dikkat çeker. “Kürk Mantolu Madonna” gibi eserleri, zamanın ötesindeki duygusal derinlikleriyle hâlâ okuyucuları etkilemeye devam eder.
Her iki yazar da cesurca toplumsal meselelere değinmiş ve edebiyatlarıyla okuyucuları düşündürmüşlerdir. Halide Edip Adıvar ve Sabahattin Ali’nin eserleri, Türk edebiyatının zengin mirasının önemli taşlarından biridir ve bu mirası günümüze taşıyan değerli kalemlerdir.
Yeniçağ: Batı edebiyatı denince peki?
Meryem İrem Bulut: Batı edebiyatı denildiğinde benim ilgimi en çok çeken alanlardan biri Alman edebiyatı oluyor. Almanca dilinin sunduğu esneklik ve duygusal durumları soyut kavramlarla ifade etme kabiliyeti, felsefi eserleri anlamak için son derece uygun bir zemin sunuyor. Şu sıralar en çok ilgimi çeken yazarlardan biri Herman Hesse’dir. Hesse, 20. yüzyılın önemli Alman yazarlarından biri olarak kabul edilir ve eserlerinde derin felsefi soruları ve insanın ruhsal arayışlarını işleyişiyle bilinir.
Herman Hesse’nin eserlerindeki karakterler genellikle içsel bir yolculuğa çıkarlar; kendi benliklerini ve yaşamın anlamını araştırırlar. Özellikle “Siddhartha”, Hint felsefesi ve aydınlanma arayışı üzerine derinlemesine bir inceleme sunar. Roman, Siddhartha’nın ruhsal ve felsefi yolculuğunu izleyerek, okuyucuya insanın derin içsel dönüşüm sürecini keşfetme fırsatı verir.
Diğer önemli bir eseri olan “Steppenwolf” ise modern insanın yalnızlık ve toplumla uyum arasındaki çatışmasını inceler. Hesse’nin dil ve anlatımı, soyut kavramları ve içsel deneyimleri ifade etmedeki üstün yeteneğiyle öne çıkar. Karakterlerinin derinlikleri ve ruhsal çatışmaları, okuyucuyu düşünmeye ve kendi yaşamlarındaki anlamları sorgulamaya yönlendirir.
Herman Hesse’nin eserleri, sadece felsefi derinlikleriyle değil, aynı zamanda insanın evrensel arayışlarına dair sunduğu perspektiflerle de beni büyülemeye devam ediyor. Onun eserleri, içsel keşifler ve ruhsal dönüşümler üzerine düşünmeyi teşvik ederken, Alman edebiyatının zengin mirasının önemli bir parçası olarak kabul edilir.
Yeniçağ: Türkçeye çevirilerin dil ve üslubundan memnun musunuz? Eleştirilerinizi alabilir miyiz?
Meryem İrem Bulut: Türkçeye yapılan çeviriler konusunda genel olarak memnun kalmakla birlikte, bazı durumlarda orijinal metnin inceliklerini tam olarak yansıtamadığı zamanlar olabiliyor. Özellikle edebi metinlerde, yazarın özgün üslubunu ve duygusal derinliğini korumanın zorluğunu anlıyorum. İyi bir çeviri, sadece kelime anlamlarını değil, aynı zamanda yazarın niyetini, duygusal tonunu ve metnin sembolizmini de doğru bir şekilde aktarmalıdır. Ancak bu dengeyi sağlamak her zaman kolay olmayabilir.
Örneğin, D.J. Salinger’in “Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün” adlı öyküsünde kullanılan semboller ve metaforlar çok değerlidir. Çevirmenin, bu sembollerin Türkçe’de de karşılığını bulması ve okuyucuya aynı duygusal etkiyi verebilmesi büyük önem taşır. Bu tür hikâyelerin çevirilerinde, anlam derinliğini korumak ve okuyucuya yazarın niyetini tam olarak iletmek gerçekten zor olabilir. Bazı durumlarda, sembollerin veya metaforların doğru bir şekilde aktarılamaması hikâyenin anlamını basitleştirebilir veya tamamen değiştirebilir.
İyi bir çevirmen, hem kaynak metnine sadık kalarak hem de hedef dilde etkili bir şekilde iletişim kurarak bu zorlukları aşabilir. Edebiyatın büyüsü, dilin inceliklerinden ve yazarın düşünsel derinliğinden kaynaklanır; bu nedenle çevirinin bu özellikleri koruması önemlidir. Türkçe edebiyatseverler olarak, hem orijinal metinlere saygı göstermek hem de dil ve kültürel bağlamda anlaşılabilirlik sağlamak için iyi çevirilere ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.
Yeniçağ: Resim, heykel, seramik sanatıyla aranız nasıl, Türk ve dünya sanatçılarından sevdikleriniz?
Meryem İrem Bulut: Empresyonizm, sanat dünyasında 19. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş ve sanat anlayışında köklü bir değişim yaratmış bir akımdır. Bu akım, sanatçıların doğanın ve çevrenin anlık izlenimlerini ve duygusal tepkilerini doğrudan ve hızlı bir şekilde tuvale aktarmayı amaçlar. Claude Monet ve Vincent van Gogh gibi önde gelen Empresyonist sanatçılar, eserleriyle bu yeni sanat anlayışının zenginliğini ve derinliğini gözler önüne sermişlerdir.
Claude Monet, Empresyonizm’in öncülerinden biridir ve peyzaj resimleriyle doğanın değişkenliğini ve ışığın oyununu yakalamada ustalığını konuşturmuştur. Monet’in “Su Zambakları” serisi, suyun yüzeyindeki yansımaları ve ışığın renkli dansını izleyiciye aktarırken, Japon sanatından aldığı etkilerle birleşen bir estetik sunar. Monet’in resimlerinde, renklerin ve fırça darbelerinin dansıyla birlikte izleyiciyi doğanın içine çeker ve duygusal bir deneyim sunar.
Vincent van Gogh ise Empresyonizm’in duygusal derinliklerini ve içsel çatışmalarını yoğun bir şekilde resimlerinde işlemiştir. Onun “Yıldızlı Gece” ve “Gece Kafesi” gibi ikonik tabloları, renklerin ve fırça darbelerinin insan duygularını nasıl ifade ettiğini gösterir. Van Gogh’un sanatında, renklerin ve biçimlerin dramatik kullanımı, izleyicide derin bir duygusal tepki ve düşünsel bir keşif yaratır. Sanatçının eserleri, izleyiciyi doğanın ve insanın iç dünyasının derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarır.
Empresyonist sanat, sadece görsel bir deneyim sunmakla kalmaz, aynı zamanda izleyiciye doğanın ve insanın duygusal ve estetik derinliklerini keşfetme fırsatı verir. Bu nedenle, Monet ve Van Gogh gibi Empresyonist ustaların eserleri, sanat tarihindeki önemli bir dönüşümü temsil ederken, izleyiciler üzerinde de güçlü bir etki bırakmaya devam etmektedir.
Yeniçağ: Müziğin hangi çeşidiyle aranız iyi?
Meryem İrem Bulut: Müziğin çeşitli türleri arasında, benim için özel bir yeri olan rock müziği, dinlemesi en keyif aldığım ve derin bir bağ kurduğum müzik türüdür. Rock müziği, enerjisi, duygusal derinliği ve isyanıyla beni her zaman etkilemiştir. Özellikle bazı şarkılar, müziğin gücünü ve derinliğini hissettirmekte üstün bir yeteneğe sahiptir.
Led Zeppelin’in efsanevi şarkısı “Stair way to Heaven”, rock müziğin zirvesini temsil eder. Şarkının yavaş başlayan gitar riffleri, ardından gelen epik yapı ve etkileyici sözleriyle dinleyiciyi büyüler. Her dinlediğimde, şarkının derinliği ve anlamı üzerine düşünmeye teşvik eder.
Queen’in muhteşem eseri “Bohemian Rhapsody”, müzikal bir şaheser olarak adlandırılır ve bu ünvanı sonuna kadar hak eder. Şarkı, farklı bölümleri ve dramatik yapısıyla dinleyiciyi adeta bir hikâyenin içine çeker. Her seferinde yeni bir detay keşfetmek mümkün olur ve bu da şarkının zamanla eskimeyen büyüsünü gösterir.
Eagles’ın unutulmaz parçası “Hotel California”, mistik atmosferi ve vurucu gitar sololarıyla ruhu dinlendirir. Şarkı, kalıcı bir etki yaratır ve her dinleyişte farklı duygular uyandırır. Özellikle gitar soloları, müziğin dokusunu zenginleştirir ve dinleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkarır.
Yeniçağ: Bu röportaj için teşekkür ederiz.